Daron Acemoğlu James Robinson Ulusların Düşüşü Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri PDF

Title Daron Acemoğlu James Robinson Ulusların Düşüşü Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri
Author Eusébio A. P. Gwembe
Pages 567
File Size 6.9 MB
File Type PDF
Total Downloads 92
Total Views 145

Summary

ULUSLARIN DÜŞÜŞÜ Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri Orijinal adı: Why Nations Fail The Origins of Power, Prosperity, and Poverty © 2012, Daron Acemoglu and James A. Robinson Yazanlar: Daron Acemoğlu, James A. Robinson İngilizce aslından çeviren: Faruk Rasim Velioğlu Türkçe yayın hakları: © Doğ...


Description

ULUSLARIN DÜŞÜŞÜ Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri Orijinal adı: Why Nations Fail The Origins of Power, Prosperity, and Poverty © 2012, Daron Acemoglu and James A. Robinson Yazanlar: Daron Acemoğlu, James A. Robinson İngilizce aslından çeviren: Faruk Rasim Velioğlu Türkçe yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. Dijital yayın tarihi / Mart 2014 / ISBN 978-605-09-1889-2

Kapak tasarımı: Geray Gençer

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. 19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16 www.dogankitap.com.tr / [email protected] / [email protected]

Ulusların Düşüşü Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri

Daron Acemoğlu James A. Robinson Çeviren: Faruk Rasim Velioğlu

Arda ve Asu için... (D.A) Hayatım ve ruhum Maria Angelica’ya... (J.R.)

Teşekkür

Bu kitap 15 yıllık ortak bir araştırmanın sonucunda ortaya çıktı ve bu süre boyunca pek çok kişiye hem pratik hem de entelektüel anlamda hatırı sayılır miktarda borçlandık. En büyük şükran borcumuz karşılaştırmalı ekonomik kalkınma hakkındaki görüşlerimizi şekillendiren pek çok önemli makaleyi birlikte kaleme aldığımız çalışma arkadaşımız Simon Johnson’adır. Benzer araştırma projelerinde birlikte çalıştığımız diğer ortak yazarlarımız görüşlerimizin gelişiminde önemli bir rol oynadılar, bu nedenle özellikle Philippe Aghion, Jean-Marie Baland, María Angélica Bautista, Davide Cantoni, Isaías Chaves, Jonathan Conning, Melissa Dell, Georgy Egorov, Leopoldo Fergusson, Camilo GarcíaJimeno, Tarık Hasan, Sebastián Mazzuca, Jeffrey Nugent, Neil Parsons, Steve Pincus, Pablo Querubín, Rafael Santos, Konstantin Sonin, Davide Ticchi, Ragnar Torvik, Juan Fernando Vargas, Thierry Verdier, Andrea Vindigni, Alex Wolitzky, Pierre Yared ve Fabrizio Zilibotti’ye teşekkür ederiz. Bu zaman zarfında başka pek çok insan bize cesaret vererek, bizi kamçılayarak ve eleştirerek çok önemli bir rol üstlendiler. Özellikle Lee Alston, Abhijit Banerjee, Robert Bates, Timothy Besley, John Coatsworth, Jared Diamond, Richard Easterlin, Stanley Engerman, Jeff Frieden, Steven Haber, Mark Harrison, Elhanan Helpman, Peter Gourevitch, Peter Lindert, Karl Ove Moene Dani Rodrik ve Barry Weingast’e teşekkür ederiz. Özellikle iki isim görüşlerimizin şekillenmesinde çok belirleyici bir rol oynadılar ve bizi cesaretlendirdiler; Joel Mokyr’e ve ne yazık ki bu kitap yazılmadan aramızdan ayrılan Ken Sokoloff’a olan entelektüel borcumuzu ve en derin minnettarlığımızı ifade etme fırsatı bulduğumuz için mutluyuz. İkimiz de Ken’i çok özlüyoruz. Ayrıca 2010 Şubatı’nda Harvard’daki Institute for Quantitative

Social Science’da düzenlediğimiz, bir konferansa katılan bilim insanlarına minnettarız. Özellikle bu konferansı bizimle birlikte düzenleyen Jim Alt ve Ken Shepsle’a ve konferansa konuşmacı olarak katılan Robert Allen, Abhijit Banerjee, Robert Bates, Stanley Engerman, Claudia Goldin, Elhanan Helpman, Joel Mokyr, Ian Morris, Şevket Pamuk, Steve Pincus ve Peter Temin’e teşekkür ederiz. Ayrıca Melissa Dell, Jesús Fernández-Villaverde, Suresh Naidu, Roger Owen, Dan Trefler, Michael Walton’a ve konferans sırasında ve başka pek çok vesileyle kapsamlı yorumlarda bulunan Noam Yuchtman’a minnettarız. Ayrıca Charles Mann, Leandro Prados de la Escosura ve David Webster’a uzman tavsiyeleri için minnettarız. Bu kitabın araştırma ve yazma sürecinin büyük kısmında her ikimiz de Kanada İleri Araştırma Enstitüsü’nün (CIFAR) Kurumlar, Organizasyonlar ve Büyüme programına üyeydik. CIFAR toplantılarında pek çok kez bu kitapla ilgili araştırma sunduk ve bu harikulade organizasyonun desteğinden ve bir araya getirdiği bilim insanlarından çok yararlandık. Ayrıca bu kitapta geliştirilen malzemeyle ilgili çeşitli seminer ve konferanslarda hakikaten yüzlerce insandan yorum aldık; bu sunum ve tartışmalardan edindiğimiz ve gerektiği gibi atıfta bulunamadığımız tüm öneri, fikir ya da bilgiler için özür dileriz. Ayrıca araştırmalardaki müthiş yardımlarından ötürü María Angélica Bautista, Melissa Dell ve Leander Heldring’e minnettarız. Ve son olarak, John Mahaney gibi anlayışını ve desteğini hiç esirgemeyen muhteşem bir editöre sahip olduğumuz için çok şanslıyız. John’un öneri ve yorumları kitabımızın gelişimine büyük katkı sağladı ve bu proje konusundaki şevk ve desteği son bir buçuk yılı hem çok daha tatminkâr hem de çok daha az külfetli hale getirdi.

Önsöz

Bu kitap Birleşik Devletler, Büyük Britanya ve Almanya gibi dünyanın zengin ülkelerini, Sahra-altı Afrika’dan, Orta Amerika’dan ve Güney Asya’daki yoksul ülkelerden ayıran gelir ve yaşam standartlarındaki büyük farklılıklar hakkında. Biz bu önsözü yazarken Kuzey Afrika ve Ortadoğu, fitili 17 Aralık 2010’da Muhammed Buazizi adındaki bir sokak satıcısının canına kıymasıyla ateşlenen Yasemin Devrimi’nin başlattığı “Arap Baharı”yla sarsılıyordu. 1987’den beri Tunus’u yöneten Zeynel Abidin Bin Ali 14 Ocak 2011’de istifa etti. Ancak Tunus’ta ayrıcalıklı elite karşı alevlenen devrim ateşi yatışmak şöyle dursun daha da güçleniyordu ve çoktan Ortadoğu’yu sarmıştı. Yaklaşık 30 yıl Mısır’ı sıkı denetim altında yöneten Hüsnü Mübarek 11 Şubat 2011’de devrildi. Biz bu önsözü bitirirken Bahreyn, Libya, Suriye ve Yemen’deki rejimlerin kaderi belirsizliğini koruyordu. Bu ülkelerdeki hoşnutsuzluğun kökeni yoksulluğa dayanıyor. Ortalama bir Mısır yurttaşının gelir düzeyi, ortalama bir Birleşik Devletler yurttaşının gelir düzeyinin yaklaşık yüzde 12’si kadar ve ortalama yaşam süresi de 10 yıl daha az. Nüfusun yüzde 20’si ise büyük bir yoksul içinde. Bunlar kayda değer farklılıklar olsalar da, Birleşik Devletler ile nüfusun yarısının yoksulluk içinde yaşadığı Kuzey Kore, Sierra Leone ve Zimbabve gibi en yoksul ülkeler arasındaki farklılıklarla kıyaslandığında aslında gayet küçük kalırlar. Neden Mısır, Birleşik Devletler’e kıyasla bu denli yoksuldur? Mısır’ı daha müreffeh bir ülke olmaktan alıkoyan nedir? Mısır’ın yoksulluğu kalıcı mıdır yoksa üstesinden gelinebilir mi? Bu konu hakkında düşünmeye başlamanın en doğal yollarından biri Mısırlıların yüzleştikleri sorunlara ilişkin kendi söylediklerine ve neden Mübarek rejimine karşı ayaklandıklarına bakmaktır. Kahire’deki bir reklam ajansında çalışan 24 yaşındaki Noha Hamed, Tahrir Meydanı’ndaki

protestolar sırasında görüşlerini açıkça ortaya koyuyordu: “Yozlaşma, baskı ve kötü eğitimden mustaribiz. Değişmek zorunda olan yozlaşmış bir sistemde yaşıyoruz.” Meydandaki bir başka protestocu, 20 yaşındaki eczacılık öğrencisi Mosaab El Shami de onunla aynı fikirdeydi: “Umarım yıl sonuna kadar seçimle gelen bir hükümetimiz olur, evrensel hak ve özgürlükler yürürlüğe konur ve ülkeyi saran yozlaşmaya bir son veririz.” Tahrir Meydanı’ndaki protestocular hükümet yolsuzlukları, kamu hizmetlerinin yetersizliği ve fırsat eşitliği konusundaki adaletsizlik hakkında aynı görüşteler. Özellikle baskıdan ve siyasal hakların yokluğundan şikâyetçiler. Eski Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Direktörü Muhammed El Baradey’in 13 Ocak 2011’deki twitter mesajı “Tunus: Baskı + sosyal adaletin yokluğu + barışçıl değişim yollarının görmezden gelinmesi = bir saatli bomba” şeklindeydi. Hem Mısırlılar hem de Tunuslular ekonomik sorunlarının temel nedeninin siyasal haklarının yokluğu olduğunu gördüler. Protestocular taleplerini daha sistematik bir biçimde formüle etmeye başladıklarında, Mısır direniş hareketinin liderlerinden birine dönüşen yazılım mühendisi ve blogcu Wael Khalil’in öne sürdüğü ilk 12 acil talebin hepsi de siyasal değişime vurgu yapıyordu. Asgari ücretin artırılması gibi meseleler yalnızca daha sonra uygulamaya konulması gereken geçici talepler arasında yer alıyordu. Mısırlılara göre geri kalmışlıklarının başlıca nedenleri arasında etkisiz ve yozlaşmış bir devlet; hırs, yetenek ve becerilerini kullanamadıkları bir toplum ve aldıkları eğitim yer alıyor. Ama aynı zamanda bu sorunların kökeninde siyasal nedenlerin yattığının da farkındalar. Karşılaştıkları tüm ekonomik engeller, siyasal gücün küçük bir elit tarafından tekelleştirilip tatbik edilmesinden kaynaklanıyor. Bu, onların da anladığı gibi, değişmek zorunda olan ilk şey. Tahrir Meydanı’ndaki protestocular buna inandıkları için, konuya ilişkin yaygın kanıdan kesin bir biçimde ayrılıyorlar. Oysa Mısır gibi bir ülkenin neden fakir olduğu konusunda akıl yürüten akademisyen ve yorumcuların çoğu, bütünüyle farklı etkenlere vurgu yapıyorlar.

Bazıları ülkenin büyük kısmının çöl olmasından, yeterli miktarda yağış almamasından, toprak ve iklimin verimli tarıma izin vermemesinden ötürü, Mısır’ın yoksulluğunu, öncelikle coğrafyanın koşulladığını ileri sürüyor. Diğerleri ise güya ekonomik gelişime ve zenginliğe uygun olmayan kültürel özelliklere işaret ediyor. Mısırlıların diğer ülkeleri refaha kavuşturan iş ahlakı ve kültürel özelliklerden yoksun olduğunu, bunun yerine ekonomik başarıyla uyuşmayan İslami inançları kabul ettiklerini savunuyorlar. İktisatçılar ve siyaset uzmanları arasında yaygın olan üçüncü bir yaklaşım ise Mısırlı yöneticilerin ülkelerini refaha kavuşturmak için ne yapılması gerektiğini bilmedikleri ve geçmişte yanlış politikalar ve stratejiler izledikleri görüşüne dayanıyor. Bu görüşe göre, eğer bu yöneticiler doğru danışmanlardan doğru tavsiyeler almış olsalardı refaha kavuşacaklardı. Bu akademisyen ve siyaset uzmanları için, Mısır’ın toplumun sırtından küpünü dolduran dar bir elit tarafından yönetilmesinin ülkenin ekonomik problemlerini anlayabilmekle ilgisi yok gibi görünüyor. Biz bu kitapta çoğu akademisyen ve yorumcunun değil, Tahrir Meydanı’ndaki Mısırlıların doğru görüşte olduğunu savunacağız. Aslında Mısır, halkın büyük çoğunluğunu hiçe sayarak toplumu kendi çıkarları için örgütleyen küçük bir elit tarafından idare edilmiş olduğu için fakir. Siyasal güç dar bir çevrede yoğunlaştırıldı ve eski devlet başkanı Mübarek’in 70 milyar dolarlık serveti örneğinde olduğu gibi, bu güç ona sahip olanlara büyük bir servet kazandırmak için kullanıldı. Kaybeden ise, şimdi bu gerçeği çok iyi anlayan Mısır halkı oldu. Biz Mısır’ın yoksulluğuna dair bu yorumun; halkın yorumunun, yoksul ülkelerin neden yoksul olduğuna dair genel bir açıklama sunduğunu göstereceğiz. İster Kuzey Kore olsun, ister Sierra Leone ya da Zimbabve; yoksul ülkelerin Mısır’la aynı nedenden ötürü yoksul olduklarını göstereceğiz. Büyük Britanya ya da Birleşik Devletler gibi ülkeler, yurttaşları gücü ellerinde tutan elitleri devirdikleri ve siyasal hakların çok daha yaygınlaştırıldığı; hükümetin yurttaşlara karşı sorumlu ve duyarlı olduğu; geniş halk kitlelerinin

ekonomik fırsatlardan yararlanabildiği bir toplum yarattıkları için zengindirler. Günümüzde dünyada neden böyle bir eşitsizliğin hüküm sürdüğünü anlayabilmek için geçmişi araştırmak ve toplumların tarihsel dinamiklerini incelemek zorunda olduğumuzu göstereceğiz. Britanya’nın Mısır’dan daha zengin olmasının nedeninin, Britanya’nın (ya da daha net söylemek gerekirse, İngiltere’nin) 1688’de ülkenin siyasetini ve dolayısıyla ekonomisini dönüştüren bir devrim geçirmiş olmasına dayandığını göreceğiz. İnsanlar daha fazla siyasal hak için mücadele edip kazandılar ve bu hakları ekonomik fırsatlarını genişletmek için kullandılar. Sonuç, Sanayi Devrimi’yle doruğa ulaşan temelden farklı bir siyasal ve ekonomik rota oldu. Endüstri Devrimi ve beraberinde getirdiği teknolojik yenilikler Mısır’a girip yayılmadı; çünkü Mısır bu ülkeye daha sonraları Mübarek ailesinin yapacağıyla az çok aynı biçimde muamele eden Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolündeydi. Mısır’daki Osmanlı yönetimine 1798’de Napoleon Bonaparte tarafından son verildi. Fakat ülke bu kez de Mısır’ın refah seviyesini yükseltme konusunda en az Osmanlılar kadar isteksiz olan İngiltere sömürgeciliğinin kontrolüne geçti. Mısırlılar Osmanlı ve İngiliz imparatorluklarından kurtulup 1952’de ülkelerindeki monarşiye son verseler de, bunlar 1688 İngiltere’sindekilere benzer devrimler değillerdi ve siyasi yapıyı temelden değiştirmek yerine, sıradan Mısırlıları refaha kavuşturma konusuna en az Osmanlılar ve İngilizler kadar ilgisiz başka bir eliti iktidara getirdiler. Sonuç itibarıyla, toplumun temel yapısı değişmedi ve Mısır yoksul kaldı. Kitabımızda bu örüntülerin zaman içinde kendilerini nasıl yeniden ürettiklerini ve 1688’de İngiltere’de ve 1789 Devrimi’yle Fransa’da olduğu gibi, neden bazen değiştirildiklerini inceleyeceğiz. Bu sayede bugün Mısır’da durumun değişip değişmediğini ve Mübarek’i deviren devrimin ülkeyi sıradan Mısırlılara zenginlik getirebilecek yeterlikteki yeni kurumlara kavuşturup kavuşturmayacağını daha iyi anlayacağız. Mısır geçmişte hiçbir şey değiştirmeyen devrimlere sahne oldu; çünkü bu devrimlerin başını çekenler yalnızca kendilerinden öncekilerin ellerinden dizginleri aldılar ve yeniden benzer bir sistem inşa ettiler.

Sıradan yurttaşlar için gerçek siyasal güce ulaşmak ve toplumun işleyiş biçimini değiştirmek hakikaten güç. Fakat imkânsız değil; bunun İngiltere’de, Fransa’da ve Birleşik Devletler’de ve ayrıca Japonya, Botsvana ve Brezilya’da nasıl gerçekleştiğini göreceğiz. Temelde, yoksul bir toplumun zengin bir toplum haline gelmesi için gereken, bu tür bir siyasal dönüşümdür. Bunun Mısır’da gerçekleşiyor olabileceğine dair kanıtlar mevcut. Tahrir Meydanı’ndaki başka bir protestocu olan Reda Metwaly, “İşte Müslüman ve Hıristiyan yan yana, işte genç ve yaşlı yan yana; hepsi aynı şeyi istiyor” diyor. Toplumdaki bu tür geniş tabanlı hareketlerin yukarıda saydığımız ülkelerdeki siyasal dönüşümlerde kilit bir rol oynadığını göreceğiz. Bu dönüşümlerin ne zaman ve neden gerçekleştiğini anlarsak bu tür toplumsal hareketlerin hangilerinin –geçmişte sıklıkla olduğu gibi– başarısızlıkla sonuçlanacaklarını ve hangilerinin başarıya ulaşıp milyonlarca insanın hayatını daha iyiye götüreceğini değerlendirebilmek için daha sağlıklı bir noktada oluruz.

1 Çok yakın, yine de çok farklı

Rio Grande iktisadı Nogales kenti bir çitle ikiye ayrılır. Yanında durur ve kuzeye bakarsanız Santa Cruz County’deki Nogales Arizona’yı görürsünüz. Hane başına ortalama gelir yıllık yaklaşık 30 bin dolar kadardır. Gençlerin çoğu okula gider ve yetişkinlerin büyük çoğunluğu lise mezunudur. ABD’nin sağlık sisteminin kusurlarına ilişkin tüm o tartışmalara rağmen nispeten sağlıklı bir nüfusa ve dünya standartlarına göre uzun bir yaşam süresi ortalamasına sahiptir. Sakinlerinin çoğu 65 yaşın üstündedir ve devletin yaşlılar için düzenlediği sağlık sigortasından yararlanmaktadır. Bu, devletin sağladığı, elektrik, telefon, kanalizasyon sistemi, halk sağlığı, onları diğer kentlere bağlayan yol ağı ve elbette yasa ve düzen gibi çoğu insanın hak olarak gördüğü hizmetlerden yalnızca biridir. Nogales Arizona halkı can ve mal güvenliği için endişe etmeden gündelik işleriyle meşgul olabilir ve hırsızlık, gasp ya da iş yatırımlarını ve evlerini tehlikeye sokabilecek başka tehditlerle sıkça karşılaşmaz. Dahası, Nogales Arizona sakinleri her türlü yetersizliğine ve ara sıra meydana gelen yolsuzluklarına rağmen, hükümetin onların hizmetinde olduğunu bilir. Belediye başkanlarını, kongre üyelerini ve senatörlerini değiştirmek için oy kullanabilirler; ülkelerini kimin idare edeceğini belirleyen başkanlık seçimleri için sandığa gidebilirler. Demokrasi onların doğasında vardır. Çitin Güney tarafında, yalnızca birkaç adım uzakta, hayat epey farklıdır. Nogales Sonora sakinleri Meksika’nın nispeten müreffeh bir kesiminde yaşasalar da, hane başına ortalama gelir Nogales Arizona’dakinin yaklaşık üçte biri düzeyindedir. Nogales Sonora’da yetişkinlerin çoğunun lise diploması yoktur ve gençlerin çoğu okula

gitmez. Anneler bebek ölümlerindeki yüksek oran nedeniyle endişe içindedir. Halk sağlığı koşullarının yetersizliği, bebeklerin bir yaşının üstüne çıkacak kadar yaşasalar dahi sağlık koşullarının iyi olmadığı anlamına gelir. Nogales Sonora sakinlerinin kuzeydeki komşuları kadar uzun yaşamamaları şaşırtıcı değildir. Ayrıca, çoğu sosyal tesisten yoksundurlar. Çitin güney yanında yollar kötü durumdadır. Yasa ve düzen ise daha da kötüdür. Suç oranı yüksektir ve bir iş kurmak riskli bir girişimdir. Bir tek soygun riski değildir söz konusu olan; daha faaliyete başlayabilmek için bile tüm o izinlerin alınıp gerekli yerlere rüşvet verilmesi gerekir ki, bu da pek kolay bir iş değildir. Nogales Sonora sakinleri, siyasetçilerin yolsuzluk ve beceriksizlikleriyle her gün yüz yüzedirler. Kuzeydeki komşularının aksine, demokrasi onlar için oldukça yeni bir deneyimdir. 2000 yılındaki siyasi reforma dek Meksika’nın büyük çoğunluğu gibi Nogales Sonora da yozlaşmış Kurumsal Devrimci Parti’nin ya da Partido Revolucionario Institucional’in (PRI) idaresi altındaydı. Bu yüzden, aralarında Nogales Sonora sakinlerinin de olduğu pek çok Meksikalının sıkı koruma altındaki Birleşik Devletler-Meksika sınırını geçmek için hayatlarını tehlikeye atmaları şaşırtıcı değil. Bir kentin iki yarısı nasıl birbirinden bu denli farklı olabilir? Coğrafi ya da iklimsel bir farklılık söz konusu değildir. Ayrıca mikroplar Birleşik Devletler ve Meksika arasında gidip gelirken herhangi bir kısıtlamayla karşılaşmadıklarından bölgedeki hastalık türleri de farklılık göstermez. Elbette sağlık koşulları gayet farklıdır ama bunun hastalıklarla bir ilgisi yoktur; bunun nedeni sınırın güney tarafında halkın sağlık açısından daha elverişsiz şartlarda yaşaması ve yeterli sağlık hizmetlerinden mahrum olmalarıdır. Ama belki de yerleşimciler farklıdır. Acaba Nogales Arizona sakinleri Avrupalı göçmenlerin, güneydekiler de Azteklerin torunları olabilirler mi? Hayır. Sınırın iki yanındaki insanların geçmişleri oldukça benzerdir. 1821’de Meksika’nın İspanya’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından “Los dos Nogales”in etrafındaki bölge Meksika devleti Vieja California’nın bir parçası oldu ve 1848’deki Meksika-Amerika Savaşı’ndan sonra bile öyle kaldı. Gerçekte

Birleşik Devletler sınırı ancak 1853’teki Gadsden Alımı’ndan1 sonra bu bölgenin içine doğru genişledi. Sınırı incelerken “küçük şirin Los Nogales Vadisi”nin varlığından bahseden Teğmen N. Michler’di. Burada, sınırın her iki tarafında, iki kent yükseldi. Nogales Arizona ve Nogales Sonora sakinlerinin ataları aynı; aynı yemeklerden ve aynı müzikten keyif alıyorlar ve aynı “kültüre” sahip olduklarını söyleme cesaretini de gösterebiliriz. Tabii, Nogales’in iki yarısı arasındaki farklılıkların büyük olasılıkla çoktan tahmin ettiğiniz basit ve apaçık bir açıklaması var: Kenti ikiye ayıran sınırın kendisi. Nogales Arizona, Birleşik Devletler’dedir. Sakinleri Birleşik Devletler’in ekonomik kurumlarından yararlanırlar ve bu kurumlar onların mesleklerini özgürce seçebilmelerini, eğitim görüp becerilerini geliştirebilmelerini sağladığı gibi, işverenlerini de en gelişkin teknolojilere yatırım yapmaya teşvik eder ve bu da onlara daha yüksek ücretler ödenmesine yol açar. Ayrıca demokrasinin işleyişinde pay sahibi olmalarına, temsilcilerini seçmelerine ve tasvip etmedikleri işler yaptıklarında onları değiştirmelerine olanak tanıyan siyasal kurumları vardır. Bunun sonucunda siyasetçiler yurttaşların talep ettiği temel hizmetleri (kamu sağlığından, yol hizmetlerine, yasa ve düzene kadar) karşılarlar. Nogales Sonora’dakiler ise bu kadar şanslı değildirler. Farklı kurumların şekillendirdiği farklı bir dünyada yaşarlar. Bu farklı kurumlar iki Nogales’in sakinleri, oraya yatırım yapmaya istekli girişimciler ve kurumlar için tamamen farklı teşvikler yaratır. Nogales’lerin farklı kurumlarının yarattığı bu teşvikler ve hangi ülkeye bağlı oldukları, sınırın iki tarafındaki ekonomik refah düzeylerinde görülen farklılıkların temel nedenini oluşturur. Neden Birleşik Devletler’in kurumları ekonomik başarıya Meksika’nınkilerden ya da benzer biçimde Latin Amerika’nın diğer ülkelerinden çok daha elverişlidir? Bu sorunun yanıtı erken sömürgecilik döneminde farklı toplumların oluşma biçimlerinde yatar. O tarihte meydana gelen kurumsal bir farklılaşmanın etkileri günümüze kadar varlığını korudu. Bu farklılaşmayı anlamak için işe tam olarak Kuzey ve Latin Amerika’daki sömürgelerin kuruluşundan başlamamız gerekir.

Buenos Aires’in kuruluşu 1516’nın başlarında İspanyol denizci Juan Díaz de Solís, Güney Amerika’nın doğu sahillerindeki geniş bir halice demir attı. Solís sahilin sığ sularında ilerlerken bu toprakları İspanya adına sahiplendi ve bölgede gümüş olduğu için nehrin adını R...


Similar Free PDFs