Güncel bir kara-ütopya: Black Mirror PDF

Title Güncel bir kara-ütopya: Black Mirror
Author Emre Tansu Keten
Pages 2
File Size 981.1 KB
File Type PDF
Total Downloads 552
Total Views 602

Summary

sinema Almanya’da Türk Asıllı Sinemacılar Bu sene Türklerin Almanya’ya göçünün 50 yılı. 30 Ekim Hazırlayan: Rıza Oylum çekerek göçmenlik olgusunun nitelikli örneklerini vermişti. Güncel bir kara-ütopya: Black Mirror 1961 tarihi işçi göçünün resmi başlangıcı olarak kabul edi- Doksanlı yılların ikinci...


Description

sinema

Almanya’da Türk Asıllı Sinemacılar Bu sene Türklerin Almanya’ya göçünün 50 yılı. 30 Ekim 1961 tarihi işçi göçünün resmi başlangıcı olarak kabul ediliyor. 50 yıl önce köylerinden, kasabalarından çıkan yoksul Anadolu erkekleri ülkelerinin başkentini dâhi görme fırsatını bulamamışken Avrupa’nın göbeğinde yaşam mücadelesine girişmişlerdi. Türk hükümetinin Alman devletine tekliiyle başlayan bu sürecin sonunda bu gün Almanya’da 3. nesil Türk kökenliler yaşamlarını sürdürüyorlar. 2003 verilerine göre 82 milyonluk Almanya’da 2 milyona yakın Türk yaşıyor. 2002’de yapılan bir araştırmaya göre de Berlin’de yaşayan Almanyalı Türklerin % 7’si Üniversite / Yüksekokul mezunu. Alman toplumunun içinde yer alan Türkler, ticaret, siyaset, spor derken artık Alman sinemasının da bir parçası haline geldiler. Almanya’da ilm yapan ilk Türk yönetmen Tevik Başer’dir. 1980 yılında gittiği Almanya’da, Hamburg Güzel Sanatlar Akademisi’nin Görsel İletişim Bölümü’nde eğitim gören Başer, 1986’da ilk uzun metrajlı ilmi olan “40 m2 Almanya”yı yönetti. Almanya’ya çalışmak için gelmiş bir işçinin ve Türkiye’den getirdiği eşinin hayatına odaklanan ilm, yabancı bir ülkede yaşanan yabancılaşmanın nitelikli örneklerinden biridir. Film, Cannes Film Festivali’nde yarışmaya katılan 130 ilm arasından ilk 8’e kalmıştı. Bu başarıdan sonra Almanya’da da büyük ilgi görmüştü. İlk defa bu ilmde Almanya’da yaşayan Türklerin hayatı sinema salonlarında karşılığını buluyordu. Başer daha sonra 1989’da “Sahte Cennete Veda”, 1991 yılında da “Elveda Yabancı”yı

sinema kitapları

Sinemayı Anlamak: Marksist Perspektiler Mike Wayne Çeviren: Ertan Yılmaz Deki Yayınları

Hazırlayan:

Rıza Oylum

çekerek göçmenlik olgusunun nitelikli örneklerini vermişti. Doksanlı yılların ikinci yarısıyla beraber özellikle Hamburg ve Berlin’de birçok genç Türk yönetmenin yetiştiğini görüyoruz. Bu yönetmenler, genelde 30’lu yaşlarda, 3. nesil Türklerden meydana geliyorlar. Fatih Akın’ın “Duvara Karşı” ilminin dışında “Kısa ve Acısız” ve “Temmuzda”, Neco Çelik’in “Şehir Gerillaları” (2003), Buket Alakuş’un “Anam” (2001), Züli Aladağ’ın “Öfke” (2005), Thomas Aslan’ın “Kardeşler” (1997), Sinan Akkuş’un “Evet İstiyorum” (2008) ilmleri Almanya’da ses getirmiş ilmlerden bir kaçıdır. En ilgi duyulan Türk kökenli yönetmen kuşkusuz Fatih Akın oldu. Onun yarattığı olumlu imaj öteki yönetmenlere de yaradı. Fatih Akın’ın Duvara Karşı ilmiyle Altın Ayı ödülünü alması Alman toplumunun yüzünü Almanya’da yaşayan Türk yönetmenlere çevirmelerini sağladı. Fatih Akın’ın dışında Neco Çelik, İdil Üner, Buket Alakuş, Züli Aladağ, Sinan Akkuş, Yüksel Yavuz, Thomas Arslan isimli yönetmenler Alman sinemasında kendine yer açabilmiş, kendini kanıtlayabilmiş sinemacılardandır. Almanya’daki ilk Türk yönetmen Tevik Başer’in, ilmlerini çekebilmek için önemli ekonomik problemlerle mücadele etmesi gerekiyordu. Günümüzde ise Türk yönetmenler bu konuda eskisi kadar zorlanmıyorlar. Yapımcılar onlara güveniyor. Artık Alman toplumu, Türklerin sadece fabrika işçisi olmayacağını kabul etmiş görünüyor. Zira Türk yönetmenler, belgeselleri, kısa ilmleri, uzun metrajlı sinema ilmleri ile ülkedeki kültürel üretimin en önemli parçası haline geldiler.

Marksizm ve sinema en azından ortak bir konuyu paylaşır: ikisi de kitlelerle ilgilenir. Doğrudur, sinema kitlelere daha düzenli olarak hitap eder, bu nedenle de sinema; sermayenin kurumsal altyapısı ve (devletin “serbest” pazar denen o hayalete inancını açıkça söylemesine rağmen) devlet desteğiyle, iletişimin menzilini artıran ve genişleten teknolojiyle ve büyük ölçüde dolaşımda olan (melodramdan müziğe, anlatıdan özel efektlere kadar) çok çeşitli öykü anlatma ve estetik stratejilerini birleştiren sinemasal biçimlerle desteklenir. Sinemanın toplumsal menzili Marksistlerin bu araca yönelik gösterdiği kuramsal ve pratik ilgiyi açıklar. Marksizm devrim, devrime teşebbüs dediğimiz her şeyin sürekliliğindeki o büyük kırılmalarda ya da toplumsal kriz veya kültür devrimleri dediğimiz toplumsal gerginliklerin o daha az yoğunlaşmalarında kitlelere belirli aralıklarla hitap eder ve onları harekete geçirir. Sinema o anlara, toplumsal karışıklıklara önemli ölçüde uyum sağlar. Bu altüst oluşların artçı sarsıntıları sinema kuramlarında ve uygulamasında dalgalar halinde yayılmış, üretiminin ilk tarihsel koşullarının desteklemesinden uzun süre sonra yeni koşullara esin kaynağı olmuş, etkilemiş ve bu koşullarda yeniden işlenmiştir.

Saniyede 24 Kare Ölüm Laura Mulvey Çev. Selin Dingiloğlu Doruk Yayınları Sinemaseverlerin ve kuramcıların derinlikli çalışmalarına aşina olduğu Mulvey, Saniyede 24 Kare Ölüm’de bizi sarsıcı soru ve yorumlarla karşı karşıya bırakıyor: Fotoğraf ve sinema ölümle olan ilişkimizde neyi değiştirdi? Sinemanın zaman algımız üzerindeki etkisi nedir? Bu gibi kışkırtıcı sorularla yola çıkan Mulvey, psikanaliz ve sinemayı harmanlayarak ilmlere eğiliyor; yönetmenleri ve izleyici türlerini irdeliyor. Saniyede 24 Kare Ölüm, baştan sona, zorlayıcı, düşündürücü ve verimli bir okuma süreci sunuyor.

“Diyalektik açıdan bakarsak, sinema hayattır ve hayat da sinemadır, ikisi de birbirinin hakikatini anlatır.” (Filmlerle Sosyoloji, Bülent Diken, Carsten B. Laustsen, Metis Yayınları) 46 SPOT

Güncel bir kara-ütopya: Black Mirror

Emre Tansu Keten “Çağımızın,... tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur... Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır.” (Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü) (Bu yazıyı okumadan önce bahsedilen diziyi izlemeniz önerilir.) Sosyal medya araçlarının “devrimler yaptığı”, iletişim teknolojilerinin küresel bir köy yarattığı, Irak’taki savaşı bile kanlı canlı izleme şansına sahip olduğumuz bir dönemdeyiz, ne kadar şanslıyız değil mi? Anlaşılan insanlığın çoğu bu konuda şanslı olduğuna inanıyor. Son yıllarda bu konuda yazan yazarların çoğu bilgi toplumunun nimetlerini anlata anlata bitiremiyor. Akademik çalışmalar sosyal medyanın kitle ileti-

şiminde yarattığı devrimden söz ediyor. Yüzyıllardır aranan gerçek demokrasinin Twitter’la ortaya çıktığı savunuluyor. Kısacası genel kanı “iyi şeyler” olduğu/ olacağı yönünde. Ancak yine de bu iyimser ortamı bozmak isteyen “geri kafalı” eleştirmenler yok değil. İngiliz yazar ve senarist Charlie Brooker bu geri kafalılardan biri. Brooker, The Guardian gazetesinde yazdığı yeni medya düzeni eleştirileriyle, BBC için hazırladığı “How TV Ruined Your Life” (Televizyon Hayatınızı Nasıl Bozar”) türü programlarla tanınıyor. Teknoloji bağımlılığı, aygıt (İphone vb.) bağımlılığı, televizyonun manipülasyon etkisi gibi konularda yazan Brooker’ın son projesi Black Mirror (Kara Ayna) isimli bir televizyon dizisi. İngiltere’de Channel 4’da yayınlanan Black Mirror, 45 dakikalık üç ayrı bölümden oluşuyor. Üç bölümün de yönetmeni farklıyken, ilk iki bölümün senaryosunu Brooker, son bölümü ise Jesse Armstrong yazmış. Üç bölüm de, aynı derdi paylaşan ancak bambaşka hikayeler anlatan bölümler, bu da daha başta genel dizi algısını dağıtan bir yöntem. Birinci bölüm: The National Anthem Black Mirror’un The National Anthem (Milli Marş) ismini taşıyan ilk bölümü, belki de en sarsıcı bölüm diyebiliriz. Bölümün başında İngiltere Başbakanı, İngiltere Prensesi’nin kaçırıldığı haberiyle uykusundan uyandırılıyor. Başbakan henüz ne olup bittiğini anlamadan, prensesi kaçıran kişinin çektiği videoyu Youtube’a koyduğu, bütün engellemelere rağmen videoyu bir milyondan fazla insanın izlediği anlaşılıyor. Youtube’da yayınlanması engellenen video bu sefer

de Twitter ve Facebook’ta yüzbinlerce insan tarafından konuşuluyor. Videoda, prensesi kaçıran kişi, başbakanın bir televizyon kanalında canlı yayında bir domuzla ilişkiye girmesini talep ediyor, aksi halde (yanında duran ve ağlayıp, yalvaran) prensesi öldüreceğini söylüyor. Bu saçma talep ilk etapta, Twitter ve Facebook ahalisi tarafından yerine getirilmesi mümkün olmayan bir talep olarak görülüyor ve başbakan destekleniyor. Bu kanıyı devam ettirmek için, televizyon kanalları hükümet tarafından kullanılıyor. Sahte videolar hazırlanıyor, manipülatif haberler yayınlanıyor. Bunu haber alan “terörist”, prensesin parmağını kestiği bir videoyu daha yayınlıyor. Televizyonlarda yayınlanan canlı Twitter ve Facebook oylamaları, “toplumun” giderek başbakanın arkasından çekildiğini gösteriyor. “Başbakanın bir kere domuzla ilişkiye girmesi, prensesin ölmesinden daha mı kötü” şeklinde düşünenler, anlamsız, hayatta karşılığı olmayan bir etik tartışmanın tam ortasında buluyorlar kendilerini. Dizinin sonunda başbakan, “teröristin” talebini kabul edip, kamera karşısına geçtiğinde, çoktan serbest kalmış, boş sokaklarda dolaşan (ve parmakları yerinde olan) prensesi, ekranların başında hazır ola geçmiş milyonlarca insan doğal olarak göremiyor. Nihayetinde “terörist”in ise ünlü bir oyuncu olduğu, bu eylemi de bir sanat performansı olarak kurguladığı anlaşılıyor. Sanat performansı olarak ortaya konulan bu eylem, amacına ulaşıyor. Gerçek hayatta bir karşılığı olmayan etik tartışmalar, hayatı esir alıyor. Sanal bir aksiyon, insanların gerçekle bağını biraz daha kopartıyor. Bu performans, izleyicilerini bir mekana sığdıran diğer performanslardan ayrılıyor, üstelik izleyicilerinin de bir taraf olduğu bir bağlam yaratıyor. Brooker, bu bölümle bize, ekranlar aracılığıyla yaşamanın, ileride hiç tahmin edemeyeceğimiz ikilemler doğuracağını, sosyal medyayla (sonuçta bilgisayar da, İphone da birer ekran) gelişen ortamın herkese söz söyleme olanağının yanında manipülasyon şansı da tanıdığını anlatmak istiyor. Bu bölümde anlatılan, bağlamlar tam olarak aynı olmasa da, Orson Welles’in “Dünyalar Savaşı” eserinin radyo sunumunun ardından, binlerce insanın Marslıların dünyayı gerçekten istila ettiğine inanıp, sokaklara fırlamasına benziyor. Ancak “kara aynaların” radyodan daha etkili olduğu açık.

SPOT 47

İkinci Bölüm: 15 Million Merits Black Mirror’un ikinci bölümü bambaşka bir ortamda açılıyor. Zamanı belirsiz bir ortamda başlayan dizi, mekan olarak “Yeni Cesur Dünya”daki betimlemeleri akla getiriyor. Tamamen kapalı bir mekanda geçen bu bölümde, onlarca insan, dört yüzeyi de ekrandan oluşan küçücük odalarda uyuyup, uyanıyorlar. Uyku dışındaki zamanlarını ise, bisiklet pedalı çevirerek geçiriyorlar. Pedal çevirerek enerji üreten bu insanlar, kat ettikleri (sanal) mesafe kadar puan (para) kazanıyorlar. Odalarında ekranlarla çevrelendikleri gibi, pedal çevirirken de önlerindeki ekrana bakmak zorundalar. Kazandıkları puanları da, bu ekranlardan zorla izledikleri erotik şovlara, eğlence programlarına ve oyunlara veriyorlar (burada Brooker, sanal metalara yönelik büyük harcamalara gönderme yapıyor). Böyle çıkışsız bir hayatın tek kurtuluş yolu ise şarkıcı ya da erotik şovlar için oyuncu olmak. “Yetenek Sizsiniz” tarzı bir yarışmaya (15 milyon puan karşılığında) katılıp, şarkıcı veya oyuncu olma hakkını kazandığınızda, pedal çevirmek zorunda kalmıyorsunuz. Tek kurtuluşları, her gün zorla izledikleri programların nesnesi olmak olan ve bunun için çabalayan bir esirler dünyası anlatılan. Dizideki ana kahraman da bu sistemin bir dişlisi olarak “hayatını yaşarken”, kampa yeni gelen bir kadı-

48 SPOT

na (Hot Shots) aşık olmasıyla dünyası değişiyor. Abisinden kalan 15 milyonluk puanı, sesinden etkilendiği kadının yarışmaya katılması için ona veriyor. Yarışma sahnesine çıkan Hot Shots şarkısını söyleyip, söz jüriye kaldığında (jüri üyelerinin tavırları Türkiye’deki yarışma jürilerinden ne eksik ne fazla), jüri üyelerinden birisi sesi güzel birçok insan olduğunu, bu nedenle şarkıcı olmasının gereksiz olduğunu, ama erotik şov yıldızı olmak için uygun olduğunu belirtiyor. Aklında hiçbir zaman böyle bir seçenek olmayan Hot Shots, (sanal) seyircilerin “yap, yap” sesleri eşliğinde teklii kabul etmek zorunda kalıyor. Yani bir şekilde, insanlar kendi arzuladıkları rollere değil sistemin arzuladığı rollere büründürülüyor. Aşık olduğu kadının erotik şovlarda oynaması ve bu şovların kendisine zorla izletilmesi, ana kahramanımızı çileden çıkartıyor. İntikam almak için yarışmaya bu kez de kendisi katılıyor. Jüri önünde boğazına kesik cam parçası dayayan kahramanımız, sistemin rezilliğini teşhir ediyor, jüri üyelerine hakaret ediyor, sistem içindeki hiç kimsenin duymak istemediği şeyler söylüyor. Bu esnada, dizi izleyicileri ne olacak diye düşünürken, bir isyan dalgasının sistemi kasıp kavuracağını beklerken, jüri üyeleri birden alkışlamaya başlıyorlar kahramanımızı, yaptığı “şov”dan çok etkilendiklerini söylüyorlar. Bir jüri üyesi bu şovu

ayda bir tekrarlamasını, yani bir şov yıldızı olmasını istiyor. Bunun karşılığında pedal çevirmekten kurtulacağını belirtiyor, arkadan yükselen “yap, yap” sesleri eşliğinde kahramanımız teklii kabul ediyor ve her ay boğazına dayadığı cam parçasıyla hayata, sisteme, insanlara olan nefretini kusuyor. Bu bölümün, günümüz hakkında çok şey söylediğini vurgulamak gereksiz. Gününün büyük kısmını ekranların karşısında geçiren, en büyük hedei bir gün o ekranlarda kendisinin görünmesi olan çağımız insanı, bu bölümün esas konusu. Bu bölüm bize, Yetenek Sizsiniz yarışmasına katılıp kendini rezil eden, jüri üyelerinin aşağılamalarına tebessümle cevap veren ya da sosyal medya fenomeni olmak adına saçma sapan videolar çekip, mesajlar yazan insanları ve bu insanların eylemlerinin nedenlerini gösteriyor. İçine doğduğumuz ideolojik iklimin, kendisine karşı gelişen isyanları bile nasıl kendi malzemesi yaptığını anlatıyor. Satılan her lisanslı V maskesinden büyük şirketlerin para kazandığı, çatışmayı sevenler için politik gezi paketlerinin pazarlandığı bir dünya, tam da böyle bir dünya değil mi? (Cüneyt Özdemir’in Black Mirror’ı Radikal’deki köşesinde, son dönem popüler kültürün yarattığı bir klişe olan “Uvvv Çok Sert” başlığıyla tanıtması tam olarak bunu kanıtlamıyor mu?)

Üçüncü Bölüm: The Entire History of You Gözlerinizin, bütün gördüğü şeyleri kaydettiğini, istediğiniz zaman, istediğiniz bir geçmişi anında izleyebildiğinizi düşünün. Hayat uzun bir ilm gibi olurdu muhtemelen. Black Mirror’ın üçüncü bölümü, özellikle son on yılda gelişen teknolojiyle insanlığın kapıldığı görüntü kaydetme hastalığından hareketle böyle bir kurgu yaratmış. Bu bölümdeki insanlar, kulaklarının arkasına yerleştirilen “Grain” denilen cihazla, bütün gördüklerini kaydediyorlar. Bu kaydetme video kameradaki gibi isteğe bağlı bir anla sınırlı değil, grain insanların uyanık olduğu her saniyeyi kaydediyor. Sonrasında ise, istenilen geçmiş bir tarihin, ister gözde, ister televizyon ekranında izlemesini sağlıyor. Bu bölümün ilk sahnesinde kahramanımız bir iş görüşmesinde gösteriliyor. Karşılıklı yoklamaların yapıldığı bu görüşmenin ardından, kahramanımız toplantı anını tekrar tekrar izleyerek, görüntüyü şirket yöneticilerinin yüzlerine yakınlaştırarak, mimiklerini tek tek değerlendirerek, işe alınıp alınmayacağını anlamaya çalışıyor. Dizinin sonrası ise, kahramanımızın karısıyla yaşadığı sorunlar üzerine kurulmuş. Geçmiş görüntüleri tekrar tekrar izleyerek, karısının, eski sevgilisine kaçamak bakışlarının hesabını soruyor. Geçmiş sevişme görüntüleriyle, geçmiş sevişmeleri tekrarlamaktan sıkıldığını söylüyor (ki herkes böyle yapıyor), son olarak da,

karısının grain’inde kayıtlı görüntüleri zorla izleyerek, şüphelerinin haklı olup olmadığını kontrol ediyor. Dizinin bu bölümü tam bir teknolojik distopya. Görüntü kaydetme furyasının, yaşamı, bütün ilişkilerin saçmalaştığı, her şeyin kanıtlanabilirlik üzerinden tartışıldığı ve insanların sürekli geçmişi yeniden yaşamak zorunda olduğu bir noktaya götürebileceğini gösteriyor. Otantik yaşamın yok olduğu bir ortamda, kara aynaların üzerinden kurulan bir yaşam. Ekranlar üzerine kurulmuş bir toplum Black Mirror, farklı kurguları içeren bu üç bölümüyle izleyenleri sarsıyor. Ne gerçekleşmesi çok uzak bir gelecekten bahsediyor, ne de gerçekleşmesi imkansız kabuslardan. Teknolojiyle, özellikle iletişim aygıtlarının gelişimiyle birlikte, insanlığın edindiği kaygılardan, benimsediği relekslerden ve yaşam tarzından yola çıkarak, bir sonuç kestirmeye çalışıyor. Dizi, teknolojik “atılımların”, birinci bölümde ahlaki, ikinci bölümde ideolojik, üçüncü bölümde ise ontolojik olarak olası etkilerini sergiliyor. Aslında belki de, en önemli sorun epistemolojik alanda. Televizyonun ortaya çıkışıyla, “anlam”ın uğradığı erozyon, internet ve Web 2.0’la daha büyüyor. Baudrillard’ın dediği gibi “Kitleler bu akılcı iletişim zorlamasına insanı aptallaştıracak bir biçimde karşı koymaktadırlar. Onlar anlam yerine

gösteri istemektedirler (...), içinde bir gösteri olması koşuluyla tüm içeriklere tapmaktadırlar” (Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu). Ekranlardan topluma bir saat içinde milyarlarca imaj akıyor, gösterilerin tek sahnesini bugün ekranlar oluşturuyor. İktidar sahiplerinin dışında imaj üreten “bağımsız” kullanıcıların ezici bir çoğunluğu ise egemen akışa ürün üretmekten başka bir şey yapmıyor. Özetle, Black Mirror, ilkeli övmeden yapılan bir modernlik eleştirisi. Yazımızı, özellikle dizinin ikinci bölümünü izleme şansı olsaydı mutlu olacağını düşündüğüm Guy Debord’un sözleriyle bitirelim: “Gerçek dünyanın basit imajlara dönüştüğü yerde, basit imajlar gerçek varlıklar ve hipnotik bir davranışın etkili motivasyonları haline gelir. Artık doğrudan doğruya algılanamayan dünyayı uzmanlaşmış farklı dolayımlarla gösterme eğilimi olarak gösteri, görmeyi doğal olarak insanın ayrıcalıklı duyusu -ki eski dönemlerde bu ayrıcalık dokunma duyusunundu- kabul eder; en soyut ve en aldanabilir duyu olan görme güncel toplumun genelleştirilmiş soyutlamasına denk düşer. Fakat gösteri, sadece bakışla özdeşleştirilemez; bakış, duymayla birlikte olsa bile. Gösteri, insanların etkinliklerine tabi olmayan, insanların yapıp ettikleri tarafından yeniden ele alınamayan ve düzeltilemeyen şeydir. O, diyaloğun karşıtıdır. Bağımsız temsilin olduğu yerde gösteri kendini yeniden yaratır.” (Gösteri Toplumu)

SPOT 49...


Similar Free PDFs