Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş bir Yol: 'Hıristiyan Türkler' ve Papa Eftim. Lazarus Laz mıydı Rus mu? PDF

Title Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş bir Yol: 'Hıristiyan Türkler' ve Papa Eftim. Lazarus Laz mıydı Rus mu?
Author Stefo Benlisoy
Pages 4
File Size 538 KB
File Type PDF
Total Downloads 432
Total Views 564

Summary

EFTİM Maddi bilgi... “Papa Eftim çok tartışmalı bir KIRAAT TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE KATEDİLMEMİŞ BİR YOL: HIRİSTİYAN TÜRKLER VE PAPA Batı medeniyetinin koparılamaz bir figür. Yunan milliyetçi tarih yazımında bir Lazarus Laz mıydı, parçası olduğu, Batılı uluslar top- hain, bazen de ‘Rasputin’ misali bi...


Description

Accelerat ing t he world's research.

Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş bir Yol: 'Hıristiyan Türkler' ve Papa E im. Lazarus Laz mıydı Rus mu? foti benlisoy, Stefo Benlisoy Express

Cite this paper

Downloaded from Academia.edu 

Get the citation in MLA, APA, or Chicago styles

Related papers

Download a PDF Pack of t he best relat ed papers 

“Karamanlılar”, “Anadolu ahalisi” ve “aşağı t abakalar”: Türkdilli Anadolu Ort odokslarında kimlik a… fot i benlisoy, St efo Benlisoy

Türk milliyet çiliği, Müslüman milliyet çiliği ve Anadolu Hırist iyanları Can Irmak Özinanır Celiskili Kimlikler Ist anbulda Yasayan Ant akyali Ort odokslarin Et nik Dini Aidiyet Algilari Anna Maria Beylunioğlu, ÖZGÜR KAYMAK

EFTİM KIRAAT TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE KATEDİLMEMİŞ BİR YOL: HIRİSTİYAN TÜRKLER VE PAPA

Lazarus Laz mıydı, Rus mu?

Can Yücel’in kulakları çınlasın: “Lazarus Laz mıydı, Rus mu?” Ya Gagavuzlara ne demeli? Veya Anadolu’nun Hıristiyan halkları, onlar hangi ulustan? Ulusu ulus yapan nedir? Bir “öz” mü, yoksa “varoluş özden önce gelir” kaidesi uyarınca, varoluş koşulları mı? “Milli kimlik”ler hangi unsurlarla, nasıl terkip edilir? Bu sorulara somut bir olgu üzerinden bakıldığında, örneğin Anadolu’da yaşayan ve anadili Türkçe olan Ortodoks Hristiyan topluluklar hangi kaba girer? Bu toplulukları Türk ve Yunan milliyetçiliklerinin kendi kaplarına koyma mücadelesinin sonucu malûm. Peki, oraya ve bugüne nasıl gelindi? Dilsel ve dinsel özellikler bu iki milliyetçilik arasında nasıl bir mücadelenin konusu oldu? Dahası, bu milliyetçiliklerin kendi milli kimliklerini kurgulama süreçlerinde ne tür benzerlikler ve farklılıklar var? Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol: Hıristiyan Türkler ve Papa Eftim’in yazarları Stefo Benlisoy ve Foti Benlisoy’a bağlanıyoruz... Türkdilli Müslüman ya da Türkdilli Hristiyan demek ne ifade ediyor? Etnik ya da dini kökenin bugünkü ve o günkü anlamı arasında ne fark var? Stefo Benlisoy: Günümüzde ulusal kimlikle dil arasında neredeyse bire bir mütekabiliyet olduğunu varsayıyoruz. Ancak geçmişe doğru gittiğimizde böyle bir mütekabiliyetin olmadığını görüyoruz. Ulusal kimlik inşa süreçlerinde ulusal diller de inşa ediliyor, standartlaştırılıyor. Bizim coğrafyamızdaki kültürel standartlaşma süreci öncesine baktığımızda, dilsel haritada çok büyük bir zenginliğin, iç içe geçişlerin olduğunu görüyoruz. Anadolulu Ortodoksların önemli bir kısmının anadilinin Türkçe olması bu bakımdan ayrıksı bir örnek değil. Osmanlı İmparatorluğu’na baktığımızda, gerek Anadolu’da gerek Rumeli’de, bugün bizim için kanıksanmış, standartlaşmış kimlikler açısından aykırı örneklere rastlayabiliyoruz. Mesela Anadolu’daki Ermenilerin önemli bir kısmı Türkçe, Girit’teki Müslümanların çoğunluğu Yunanca konuşur. Daha “marjinal” örnekler de var: Kürtçe konuşan Ortodokslar, Kürtçe konuşan Ermeniler, Rumca konuşan Ermeniler, Ermenice konuşan Rumlar. İstanbul’da Katolik Rumlar Yunancayı Latin alfabesiyle, Anadolulu Rum Ortodokslarsa Türkçeyi Yunan alfabesiyle yazıyor. Örnekler çoğaltılabilir. Neticede bugün kanıksadığımız standartlaşmış kimlikler, aslında bir yüzyıl öncesine kadar hayli akışkan. Çalışmanızda Türk ve Yunan milliyetçilikleri arasındaki paralelliklere dikkat çekiyorsunuz. Yunan ve Türk ulusları inşa süreçleri bize neyi ifade ediyor? Foti Benlisoy: Çalışmamız Anadolu’da yaşa-

2 EXPRESS · EYLÜL 2017

Benlisoy Kardeşler: Stefo (solda) ve Foti

yan ve anadili Türkçe olan Ortodoks Hristiyan topluluklar ve bu toplulukların dilsel ve dinsel hususiyetleri itibariyle Türk ve Yunan milliyetçilikleri açısından bir rekabet alanı haline gelmesi üzerine. Bu çalışmada bizce önemli sayılabilecek hususlardan biri, genelgeçer bir milliyetçilikler tartışması yerine, spesifik bir topluluğu kendi bünyelerine katmak adına rakip milliyetçiliklerin nasıl stratejiler geliştirdikleri. Bu rekabeti ele alırken elbette daha genel olarak Yunan ve Türk milliyetçiliği arasında mukayeselere başvuruyoruz. Yunan milli kimliğinin inşası sürecinde Antik Yunan’a dönüş, yani Ortodoks kimliğinden bağımsız, seküler bir Yunan kimliğinin yaratılması, 18. yüzyılın sonlarından itibaren çok kritik bir mesele halini almıştır. Batı kamuoyunda yaygınlaşan antikite hayranlığıyla ilişkilenmek açısından ve

Şarklı birer unsur addedilen Bizans ya da Ortodoks Hristiyanlıktan kopmak için Yunan milliyetçiliğinin kökeninde antikiteye yöneliş vardır. Türk milliyetçiliğindeyse, 1930’larda benzer bir biçimde, Osmanlı-Müslüman “yakın” geçmişinden kopup Orta Asya’ya uzanmak gibi bir arayış söz konusu.. Yani iki milliyetçilikte de yakın geçmişten kopup bir uzak geçmişe dönme arayışı var. Bu hususta Yunan milliyetçiliğinin Türk muadiline göre iki avantajı var: Birincisi, Orta Asya gibi uzak bir coğrafyaya atıfta bulunmak zorunda kalmıyor, uzak tarihe gidiyor, ama coğrafya aynı. İkincisi, Antik Yunan’a atfedilen özellikler Batı’nın kuruluş mitolojisinin zaten bir parçası. Yani Yunan uygarlığının Batı uygarlığının yaratıcısı olma iddiası, Batı nezdinde kabul edilebilir bir tema. Böylece Yunan milliyetçiliği, Yunan ulusunun köken itibariyle

Batı medeniyetinin koparılamaz bir parçası olduğu, Batılı uluslar topluluğuna katılmaya hakkı olduğu iddiasını temellendirmiştir. Türk milliyetçiliği açısından da benzer bir durum söz konusu. Orta Asya’ya yöneliş sadece bir ırkçı yönelişin ifadesi değil. Bu görüş aynı zamanda Orta Asya’dan göçlerle Türklerin Sümerler, Etrüksler, vb. gibi önemli kadim medeniyetleri oluşturdukları iddiasını öne sürer. Böylece Türklük –Yunan örneğinde olduğu gibi– Batı medeniyetinin kökeninde olan unsur olarak tanımlanır. Bir benzerlik daha var ki, o da bunun tutmayışı. Yunan milliyetçiliğinde antikiteye yöneliş ne kadar önemli olsa da tek başına fazlasıyla kuru, “uzak” bir milliyetçilik formu olarak kalıyor. Yunan milliyetçiliği 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren daha duygusal bir cemaat hissi yaratabilmek ve irredantist arayışlarını desteklemek açısından Ortodoks kimliğini yeniden ve hızla bünyesine katmaya başlıyor. Türk milliyetçiliği açısından da “uzak geçmişe” yönelerek daha seküler temelde bir ulusal kimlik arayışı aynı şekilde akamete uğruyor. Yani kabaca iki milliyetçilikte de aslında bir tür uzak geçmişe yönelerek dini kimliğin belirleyici olduğu yakın geçmişten kopma arayışı söz konusu olsa da neticede dini unsur milliyetçiliğin çimentosu olarak kullanılıyor. Stefo: Bu paralelliği Türkçe konuşan Ortodoksların hangi ulusal topluluğa katılması gerektiğine dair ihtilafa taşıdığımızda, bu mekanizmaların nasıl işlediğini daha somut bir şekilde görmek mümkün olabiliyor. Yunan milliyetçiliği örneğinde, “Türkdilli Ortodokslar Yunandır” demek için dinsel kimliğe vurgu yapmak ihtiyacı hasıl oluyor, çünkü bunlar ancak din ve Patrikhane aracılığıyla ve Ortodoks olmaları hasebiyle Yunan milliyetçiliğine dahil edilebilir. Türk milliyetçiliği açısından ise Müslümanlık paranteze alınıyor. Anadolu Hıristiyanlarının Türk olduğunu iddia edebilmek adına, 1930’lardaki Türk Tarih Tezi’ne benzer diyebileceğimiz tezler 1920’lerde, hatta daha öncesinde, 1890’larda dillendirilebiliyor. Birbiriyle çatışan milliyetçilikler kadar kendi içlerinde de bölünmüş milliyetçiliklerden söz ediyorsunuz… Stefo: Evet. Aslında kimin Yunan ya da Türk olup olmadığı hususuna, Yunan ya da Türk ulusal kimliğinin nasıl tanımlanması gerektiğine dair tek bir cevap yok, hiçbir zaman da olmamış. Tarihsel olarak farklı dönemlerde birbirileriyle çelişik görülebilecek farklı ulusal kimlik tanımları var. Müslüman ağırlıklı bir ulusal kimlik tarifi ile daha seküler te-

Maddi bilgi... “Papa Eftim çok tartışmalı bir figür. Yunan milliyetçi tarih yazımında bir hain, bazen de ‘Rasputin’ misali bir şarlatan olarak temsil ediliyor. Türk tarih yazımındaysa ululanan, kahramanlıkla özdeşleştirilen bir figür.”

melli bir tanımın ya da Yunan milliyetçiliği açısından Bizanslılığı veya “Rumluğu” öne çıkaran bir ulusal kimlik tanımı ile Antik Yunan’a yönelen bir milliyetçilik anlayışının pratikte farklı karşılıkları oluyor. Bu tanımlamalar aracılığıyla Yunan ya da Türk ulusal kimliğinin sınırları çizilmiş oluyor, birileri bu ulusal bütüne dahil edilebilirken birileri de dışarıda bırakılıyor. Dahası, aynı dönemde farklı ulusal kimlik tanımları birbiriyle rekabet halinde olabiliyor. Mesela Milli Mücadele döneminde hâkim milliyetçilik biçimi “Müslüman milliyetçiliği” dediğimiz şeyken, yani Türklük kabaca Müslümanlık olarak, millet de esas itibariyle “Osmanlı-Müslüman ekseriyeti” olarak tanımlanırken, aynı dönemde Türkdilli Hristiyanların Türklüğe dahil edilebilmesine ilişkin alternatif Türklük tanımları devreye sokulabiliyor. Ancak son kertede Yunan milliyetçiliği için bir Helen-Ortodoks sentezinin, Türk

Yunan milliyetçiliği örneğinde, “Türkdilli Ortodokslar Yunandır” demek için dinsel kimliğe vurgu yapmak ihtiyacı hasıl oluyor. Türk milliyetçiliği açısından ise Müslümanlık paranteze alınıyor. Anadolu Hıristiyanlarının Türk olduğunu iddia edebilmek adına, 1930’lardaki Türk Tarih Tezi’ne benzer tezler 1920’lerde, hatta 1890’larda dillendirilebiliyor.

milliyetçiliği açısından da Türklüğün Müslüman kimliği üzerinden tasarlanması manasında bir –dozu her dönemde değişen– Türk-İslâm terkibinin hâkim olduğundan bahsedilebilir. Foti: Dinsel kimlikle ulusal kimlik arasındaki rabıta, bazen “ümmet-millet” gibi başlıklarla günümüzde de çok tartışılan bir husus. “Ulusal hayali cemaat” ile “dinsel hayali cemaat” arasında illa bir çatışma ya da birbirini mutlak manada dışlayan bir rekabet ilişkisi olduğunu düşünmüyoruz. Türk ve Yunan milliyetçiliği örneklerinde de, birçok başka milliyetçilik örneğinde de, dinsel kimliğin, yani “dini hayali cemaat”in ulusallaştırılması sürecinin yaşandığını görüyoruz. Dolayısıyla, milli kimliğin esas itibariyle dinsel topluluğun ulusal terimlerle yeniden politize edilmesi, tarif edilmesi gibi bir süreç sonucunda şekillendiğini tartışmaya çalışıyoruz. Ve Türk milliyetçiliği açısından din dozu yüksek ulusal kimlik tarifinin baskın milliyetçilik damarı olduğunu belirtiyoruz. Türkdilli Hristiyanlar örneğinde, Yunan milliyetçiliği “bunlar Yunandır” derken dayanağı esas itibariyle din. Türk milliyetçiliği açısından da, neticede bu topluluğun mübadele edilmesi, yani Türk ulusal kimliğine dahil edilmemesinin nedeni, dinsel kimlikleri. Ulusal kimlik bu anlamda dil ya da din gibi öğelerin bir kombinasyonu sonucunda oluşuyor, öyle mi? Stefo: “Ulusu ulus yapan nedir?” sorusu cevabı kolay olmayan ve bugün dahi tartışılan bir mesele. Çalışmamızda genel olarak ulusun inşa edilmiş bir topluluk olduğunu, Benedict Anderson’un meşhur “hayali cemaatler” nosyonu üzerinden tartışıyoruz. “Ulusu ulus yapan nedir?” sorusunun dil, etnik kimlik, din, ortak bir vatan arayışı, kültür gibi güya “nesnel” kriterler üzerinden tanımlanmadığını, ulusun inşa sürecinde bu farklı unsurların özgün terkipler haline getirildiğini, her ulusal vakada ayrı olarak bir birleşim halinde oluştuğunu vurguluyoruz. Foti: Türkdilli Anadolulu Ortodokslar hakkında en popüler tartışma “Yunan mı, Türk mü” oldukları şeklindedir. Türkiye’de Papa Eftim ve “Türk Ortodokslar” üzerine özellikle milliyetçi cenahtan çok sayıda kitap çıkmıştır. “Mübadeleyle gönderilmişlerse de bunlar Türktür” diye özetlenebilecek bir çizgiye sahip çalışmalar bunlar. Yine Yunan tarih ya-

EYLÜL 2017 · EXPRESS 3

zını açısından da, kimi istisnalar haricinde, tartışma, “bunlar Türk mü, Yunan mı?” ekseninde kalır. Bizse böyle yüzyıllara yayılan bir milli şecere fikrini reddederek bu bahse hiç girmiyoruz. Ulusun esasen modern bir kurgu, bir inşa olduğunu tartışıyoruz. Bunu yaparken de milleti sadece birtakım milliyetçi elitlerin, entelektüellerin kafasındaki kurgu olmaktan çıkartıp onların somut bir topluluğu milli açıdan hangi yollarla tanımlamaya ve seferber etmeye çalıştıklarını tartışıyoruz. Ulus inşa etmek, aynı zamanda bir devlet inşa etmek; bu devleti inşa ederken bir hukuk sistemi kurmak gerekiyor. Anadolulu Hıristiyanlara dair tartışma bağlamında bu hukuksal çerçeve nasıl bir zemine oturuyor? Foti: Osmanlı devrine dair “millet sistemi” tartışması var. Millet sistemi genelde Osmanlı İmparatorluğu’na mahsus bir pratik ve kurumlar silsilesi olarak tartışılmıştır. Modern kapitalist ulus-devlet öncesi devlet formlarına baktığımızda, farklı etno-dinsel grupların özerk bir hukuksal çerçeve içinde yönetildiğini görüyoruz. Avrupa’da bunun klasik örneği Yahudiler. Modern öncesi devlet, tebaası olan kitlelerin hayatına modern devlet kadar müdahil olamıyor –altyapısal gücü çok daha zayıf, tebaasıyla kurduğu ilişki bugüne nazaran çok daha sathi. Dolayısıyla, karşımıza farklı yerelliklerin, yerel toplulukların bir özerklikler silsilesi içinde, devletin elinin daha kolay uzanabildiği ya da daha zor uzanabildiği konumlar olarak farklılaştığı bir durum çıkıyor. Millet sistemi, etno-dinsel farklılıkları bir tür hukuksal çerçeveye kavuşturmaya dönük bir sistem. Ve kökeni, 15. yüzyılda II. Mehmet’in verdiği beratlara dayanıyor denilse de, aslında 19. yüzyılda Tanzimat reformlarıyla gerçek manada kurumsallaşmaya başlıyor. Millet nizamnameleri çıkıyor, patrikhanenin başında olduğu, ama ruhani olmayanların da katıldığı meclisler kuruluyor, bu toplulukların kültürel sosyal eğitsel işlerini düzenleyen ve belli bir özerkliğe sahip bir kurumsal mimari oluşuyor. Kitapta ağırlıkla tartıştığımız dönemdeyse “millet sisteminden” ziyade ekalliyet/azınlık tabiri ortaya çıkıyor. Azınlık tabiri I. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşen barış anlaşmaları çerçevesinde gündeme geliyor. Özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da, Rus ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının çöküşüyle oluşan yeni ulus devletler içinde –bilhassa Polonya’da)–“etnik ya da dinsel gruplara ne olacak, bunlar bu yeni ulus devletlerin istikrarlı bir siyasal forma kavuşmasını engelleyebilir mi?” tartışması var. Bu sorunu halledebilmek adına “azınlık” denilen topluluklara bir dizi kolektif hak verilmesiyle “azınlık hukuku” dediğimiz bir çerçeve oluşmaya başlıyor. Osmanlı coğrafyasına “azınlık-ekalliyet hukuku” dediğimiz çerçeve böyle giriyor. Bizim çalışma açısın-

4 EXPRESS · EYLÜL 2017

Türk Ortodoks hareketinin tarhi figürü Papa Eftim

dan sorun şu: Türkçe konuşan Hıristiyanlar ekalliyet sayılmalı mı, sayılmamalı? Eğer bu insanlar Türk ise ekalliyet olmalarına gerek yok, dolayısıyla ayrı bir ekalliyet hukukuna kavuşturulmalarına da gerek yok. Türk değillerse o zaman bir ekalliyet hukuku gerekmektedir. Papa Eftim ve Türk Ortodoks hareketi, “biz ekalliyet değiliz, Türk Müslüman çoğunluktan ayrı hak ve hukuka tabi olmak istemiyoruz” şeklinde bir çizgiye sahip. Anadolu’da yaşayan ve Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanlar bu “azınlık mıyız değil miyiz” tartışmasına nasıl katılıyor? Foti: 1920’ler Anadolu’su etno-dinsel fark-

Dinsel kimlikle ulusal kimlik arasındaki rabıta günümüzde de çok tartışılan bir husus. “Ulusal hayali cemaat” ile “dinsel hayali cemaat” arasında illa bir çatışma ya da birbirini mutlak manada dışlayan bir rekabet ilişkisi olduğunu düşünmüyoruz. Birçok milliyetçilik örneğinde, dinsel kimliğin, yani “dini hayali cemaat”in ulusallaştırılmasını görüyoruz. lılıkların çok kuvvetli bir biçimde politize olduğu bir dönem. 1915’in etkileri hâlâ canlı. Orta Anadolu’da cemaatler arası ilişkiler Pontus ya da Batı Ege’deki kadar tahrip olmamışsa da, Türkçe konuşan Ortodoks toplulukların 1920’lere geldiğimizde kendilerini bir tehdit altında hissettiği aşikâr. Dolayısıyla, bu dönemde ortaya atılan Ankara hükümetine tabi olacak bir ulusal kilisenin

kurulması önerisi, bu topluluklar açısından bir beka, bir var kalma stratejisine denk düşüyor. O yüzden her ne kadar 1920’lere geldiğimizde Anadolu’daki Hristiyan toplulukların hiç değilse okumuş yazmış kesiminde bir Yunanlık anlayışı oluşmuş olsa bile, bu Türklük tartışmasının etkisi oluyor. Çünkü bölge bir siyasal kriz içinde, savaş zamanında Kayseri’de, Niğde’de, Nevşehir’de yaşayan Ortodokslar kendilerini Yunanlardan ayırmak zorundalar. Çünkü o savaş içerisinde düşmanla özdeşleştirilmeleri, misillemelere tabi tutulmaları gibi bir tehlike var. Sürgünler yaşanıyor, baskılar söz konusu. İşte bu şüpheyi üzerlerinden atabilmek için bir kendilerini koruma arayışı olarak “Türk Hristiyanlığı” temasına sarılıyorlar. Bütün bu hikâyenin içinde sürekli dolaşan isim Papa Eftim. Onun bütün bu süreç boyunca bu kadar önemli olmasının nedeni ne? Stefo: Papa Eftim figürü bu konuyla ilgilenen herkes açısından merkezi bir figür olmaya mahkûm. “Papa Eftim olmasa başka biri bu alanda öne çıkabilir miydi?” diye sormak gerekiyor. Milliyetçi siyasal hareketlerin geliştiği ve aslında imparatorluk tebaasının kendi kimlik tanımlamasında sürekli bir değişimin yaşandığı bir dönem bu. Temel olarak kendilerini dini ve yerel kimlikle ifade eden nüfus grupları giderek kendilerini ulusal terimlerle ifade etmeye başlıyorlar. Bu süreç Anadolu’ya çok daha geç geliyor, en azından bizim incelediğimiz Anadolu’nun iç kısımları itibariyle. Burada yaşayan Ortodoksların kendilerini ulusal terimlerle tanımlamaya başlamaları 19. yüzyılın ortalarına dayanan bir süreç. Bu dönemden itibaren bu toplulukların İstanbul gibi büyük şehirlere göç etmiş mensupları, özellikle de eğitimli seçkinleri kendilerini giderek Yunan olarak tarif etmeye başlıyor. 1920’lere geldiğimizde bu cemaatlerin seçkin ve okuryazarlarının kendilerini giderek Yunan milliyetçiliğinin kültürel ve dilsel standartlarıyla özdeşleşme çabaları söz konusu. Öte yandan, bir alt akıntı olarak 19. yüzyılın sonundan itibaren bu toplulukların aslında Türk olduğu dile getirilmeye başlanacak ve 1908’te II. Meşrutiyet’le başlayan süreçte bu tartışma yoğunlaşacak. Bu arada, Anadolulu Ortodokslar kendilerini Osmanl-Rum milletinin bir parçası saymakla birlikte, ayrıksı bir kültürel kimliği ifade ettiklerine yönelik cılız da olsa bir bilinç var. Kilisede ayin dilinin Türkçe olması ya da hiç olmazsa bazı bölümlerinin Türkçe icra edilmesi, Osmanlı-Rum milletinin dinsel hiyerarşisinde Anadolu kökenli ruhbanın daha fazla sayıda olması gibi taleplere de yansıyor bunlar. Osmanlı Rumlarının, Osmanlı Ermenilerinin homojen topluluklar olmadıklarını göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu toplulukların içinde çok ciddi mahalli-dinsel-dilsel-sınıfsal bölünmeler var. O ayrımlar içinde Ana-

dolulu Ortodokslar kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar, ama Papa Eftim figürünün Milli Mücadele’nin başında ortaya çıkmasıyla beraber bütün bu tartışmalar kendisine çok kısa süreli olsa da Türk milliyetçiliği temelinde bir mecra bulmasını sağlıyor. Papa Eftim çok tartışmalı bir figür. Yunan milliyetçi tarih yazımında bir hain, bazen de “Rasputin” misali bir şarlatan olarak temsil ediliyor. Türk tarih yazımındaysa ululanan, kahramanlıkla özdeşleştirilen bir figür. Çalışmamızda birbiriyle taban tabana zıt bu iki yaklaşım arasında bir denge tutturmaya çalıştık. Aslında Eftim gerçekten oportünist bir figür; dönemin koşullarını sezebilen ve bu koşullar çerçevesine hızla uyum sağlayabilen bir kişilik. 1920’lerde, ‘30’larda, hatta ‘50’lerde, en olumsuz koşullarda bile ayakta kalmayı beceren, rol oynayabileceği bir an geldiğinde ortaya çıkabilen bir figür. Öte yandan, bununla paralel olarak bir dizi başka özelliği de var. Örneğin Milli Mücadele döneminde, Yunan işgal bölgesinin dışında kalan Ankara hükümetine tabi olan bölgede yer alan Hristiyanlara yönelik sürgünler, hapse atmalar, saldırılar, çeşitli misilleme hareketleri söz konusu. Bunlar karşısında Papa Eftim’in Ankara hükümetine sadakat temelinde önerdiği yol üzerine bir dönem için Anadolu içlerindeki bir dizi cemaati koruduğunu, sürgünleri geri gönderdiğini, hapiste olan bazı cemaat mensuplarının salıverilmesini sağladığını görüyoruz. Bu gibi hareketler onu, Yunan milliyetçi anlayışındaki hain figürünün ötesinde, oradaki toplulukları kollayan bir baba figürü haline getiriyor. Ankara hükümeti neden bir Türk kilisesi kurdurmak istiyor, bununla neyi amaçlıyor? Stefo: Ankara hükümeti açısından bir Türk kilisesinin kurulması iki amaca hizmet ediyor. Birincisi, Ankara’nın en ciddi kaygılarından biri, uluslararası kamuoyu nezdinde İttihatçıların özdeşleştirildiği “Hristiyanlara zulüm”le damgalanmak. İttihatçılar I. Dünya Savaşı’nın sonunda İtilaf Devletleri tarafından savaş suçlusu sayılıyor. 1915 “tehcirinin” gündemde tutulmas...


Similar Free PDFs